18 Eylül 2013 Çarşamba

Çekiliş var :)

http://www.bensukaya.com/2013/09/giveaway-aynal-gozluk-kazan.html?utm_source=feedburner&utm_medium=feed&utm_campaign=Feed%3A+bensukaya%2FauYK+%28%21%21%21+%E2%99%94%CB%9A%C2%B0%C2%BA++Bensu+Kaya+%CB%9A%C2%B0%C2%BA+%E2%99%94%21%21%21%29

1adet çekilişimiz var :)

8 Eylül 2013 Pazar

Perinin ilk Albümü :)


Bebeğimin ilk dinleyeceği albüm :) Yetişkinlere de tavsiye edilir :)

Okunulası 2013 Olimpiyat Hüsranı

Ne Oldu Şimdi?

Dün düşündüm. Ben istemiyor muyum İstanbul olimpiyatı alsın? Kafayı yemiş olmam lazım. İstiyor muyum peki? Onun için de kafayı yemiş olmam lazım. Olimpiyat için en iyisini istedim, oldu. Olimpiyat “alalım, düzenleriz biz” diyebileceğin bir şey değil.
*
Soru: Olimpiyat nasıl bir şey?
“Akdeniz Oyunları’nda tecrübe kazandık” diyebileceğiniz bir şey de değil, başta onu söyleyeyim. Beş bin sporcunun gelip, yarışıp gideceği bir olaydan bahsetmiyoruz. 2020′de belki de yirmi bin kişinin yarışacağı, Londra’da “sadece okyanus ötesinden gelen” yarım milyon insanın belki de ikiye katlanacağı bir şeyden bahsediyoruz. Hallederiz demekle güven verilmiyor. En ufak bir soru işaretinin seni kovalayacağı bir süreç bu, çünkü IOC’nin malı değil, insanlığın mirası. Hesabını dünyadaki sporseverlere veriyorsun, sadece komiteye değil. Büyük değil, devasa bir şey olimpiyat.
Soru: Olimpiyatı nasıl istemezsin?
Şimdi, baştan söyleyeyim, ben değilim istemeyen. Ama “mantıklı sebeplerden dolayı” olimpiyatın İstanbul’da düzenlenmesini istemeyen insanlar var ve maalesef haklılar.
Dünyanın en büyük spor organizasyonunu, sporun nirvanasını bir spor insanının şehrinde istememesi mümkün değil. Ancak o bahsettiğim spor insanlarının hepsi İstanbul ve Türkiye’nin spor konusunda nerede olduğunu biliyor. Benim kafamda hala 15-16 yaşındayken iğrenerek girdiğim soyunma odaları, maç içinde sakatlanan arkadaşımın maçın sonu beklenerek taksiyle hastaneye götürülüşü (bağları koparmış, sonradan öğrendik, ama acelesi yoktu) var. Dediğim yedi yıl önceydi. 2020′ye daha çok var ya hani…
Araya giriş: Ama şimdi olimpiyata hazırlanırken farklı olacak…
E niye illa olimpiyatı bekliyoruz? O çocuğun spor hayatı bitti işte.[1] İşte bunu anlatıyordum, işte bunu anlatıyordum. Bir şeyler beklemeden spor bilincini yakalamış bir yer düzenleyecek 2020′yi. Zorunda olduğu için değil, sporu sevdiği için.
Ha olimpizm ruhu saracaksa etrafımızı bundan sonra, emin olun adaylığın getireceği uyanış 2020′yi almaktan çok daha öte. 2024 adaylığı zamanı gelince Japonya seviyesine çıkmış oluruz sporda, eğer o parayı hala spora yatırmayı düşünüyorsak…
Sonuç, sırf hükumet karşıtlığından dolayı olimpiyatı istemeyen, sonuçla eğlenen insanlarla, mantıklı çerçeveye oturan sebepleri savunan insanları aynı kefeye koymayın, hatta onlardan fikir alın. Onlar olimpiyatın dostu, ihtiyacınız var.
Soru: Neden olmadı?
Böyle yazıp cevaplayınca insanın egosu gıdıklanıyor. Ego demişken, daha önce hiçbir sportif skandal yaşamamış[2], plazalarında bile her gün iş öncesi toplu spor seansları yapılan[3], özel yeraltı bisiklet parklarının olduğu[4], lise ve üniversite liglerini ortalama yirmi bin insanın izlediği[5] bir yerden bahsediyoruz. İnşaata bağlı projeye enjekte ettiğiniz egoyla bunu yenebilmeniz mümkün değil.
Soru: Bundan sonra ne lazım?
Bunu anlatan çok fazla yazı yok Türkiye’de. Anlatanlar benden daha iyi anlattılar tabii, orasını tartışmam.
Olimpiyatın ne olduğunu tam olarak anlamamış hiçbir ülkenin olimpiyat düzenleyememesi lazım. IOC her ne kadar diğer üst düzey spor kurumları gibi yavaş yavaş erozyona uğrayan bir kurum olsa da, en azından olimpik ruhu en iyi özümseyen adayı seçmeye çalışıyor yıllardır.
Ülkedeki insanların çoğu olimpik branşların üçte birini hiç duymamış, diğer üçte birini günlük hayatta cümle içinde kullanmamış, kalanını da “ya öyle spor mu olur” düşüncesiyle karşılarken, neyin olimpiyatı? İstanbul’daki insan haftaya okullar açılınca trafiğin düşeceği durumdan deli gibi korkarken, neyin projesi?
Hazır olmak gerek, zihnen. Rio’daki olimpiyat için özel çalışmak, şimdiden olimpik branşlar için heyecan aşılamak, sporcu hazırlamak, yayınlar yapmak, haberler geçmek gerek.
Hazır olmak gerek, bedenen. Japonya “Ana Basın Merkezi şurada, on dakikalık yürüme mesafesiyle şuraya ulaşabileceksiniz” gibi bir plan sunabilir, bunu gösterebilirken “suyun üstüne stadyum yapacağız, çok güzel olacak” demek yetmez. Siz de farkındasınız.
Hazır olmak gerek, tamamen.
Soru: Hayır, kim seyredecek abi saat 5′te kalkıp?
Sinan Engin’i kim aldı içeri…
*
Dün sunumlardan sonra, oylamaya kadar kendimi oyalayamadım. İlk oylamadan sonra sonuç açıklanıncaya kadar midem havadaydı. Rogge’un ağzından Tokyo çıksa da tuhaf hissedecektim, İstanbul çıksa da. Hala daha tuhaf hissediyorum.
“Bizim çabamıza rağmen, “sizin yüzünüzden” deyince olmayacak, bir şey değişmeyecek. “Ahaha #aldınızmıolimpiyatı” deyince hoş görünmeyecek, daha iyiye gitmeyecek. Bir ülkede olimpiyat adaylığı süreci sonrasında zafer kazandığını düşünen bir taraf ve büyük darbe yediğini düşünen bir taraf varsa, olimpiyatı düzenlemeye hakkı yok.
Ya hepsini geçtim, bir ülkede olimpiyat adaylığı sürecinde iki taraf varsa o ülkenin hiçbir şeye hakkı yok…

5 Eylül 2013 Perşembe

Bir ülkücüden solcu kardeşine mektup 04/09/2013 02:00

Sevgili Kardeşim,
Unut sana anlatılan beni. Şimdi en baştan beni benden dinle ve öyle tanı. Bir Anadolu garipliğidir benimki. Ortaokulun ilk günleri, eski bir Antep evinin önündeyim. Heyecanlı ama biraz da tedirgin. Yıllar sonra ‘başkan’ olarak döneceğimden habersiz Ülkü Ocağı’na ilk gelişim. Siyasi olarak farklı yapılardan oluşmuş bir mahallede büyümüştüm. Bu nedenle ocak ile ilgili çok şey duymuştum. Kimisi çok iyi, kimisi çok kötü. Bir yer bu kadar farklı nasıl düşündürebilirdi ki aynı mahallede yaşayan insanlara? 
Zili çaldım, kapı açıldı. Temiz yüzlü, sevecen tavırlı üniversiteli bir abi içeri buyur etti. Birkaç odadan oluşan taş evin boydan boya kitaplarla kaplı odasında oturduk. Çay içip, sohbet ettik. Sahi ne çok kitap vardı. Kütüphaneden başka başkanlık odaları ve mescit vardı. Anlatılanların aksine gayet aydınlık, temiz ve huzurluydu. Yıllar geçti ama hiç unutmadım o günü, kapı önündeki o heyecanlı çocuğu ve önyargı denen şeyin insana nasıl hükmettiğini. 
Ortaokul ve lisede sıklıkla değişti ocağımızın yeri. Kaç ev sahibinin oğlunu -yalandan- evlendirdik, sayamadım. Darbenin insanlara dayattığı apolitik olma hali tüm hızıyla sürüyordu. Asıl mesele buydu. Binalar, daireler, sokaklar değişiyor fakat ocağımızın sıcak hali hiç değişmiyordu. Benim için önemli olan mekân değildi zaten. Onda hayat bulan insandı. Orada tanıştığım insanların en başta samimiyeti, daha sonra fikir dünyamı şekillendiren sohbetleri bağımın kopmadan devam etmesini sağladı. Ayrıca, Dündar Taşer, Seyyid Ahmet Arvasi, Nihal Atsız gibi fikir dünyamızın önde gelen insanları ve eserlerini tanıdığım dönemdi. Türk-İslam ülküsünün insanların gerçek manada özlediği dünyayı kuracağından emin olarak teşkilat faaliyetlerine katılıyordum. 
Üniversite yıllarında ise belki senin de severek okuduğun Cemil Meriç, Dostoyevski, Tolstoy, Nietzsche gibi farklı bakıp farklı düşünen yazarlarla tanıştım. Önceleri kıyas bile kabul etmez dediğim, Necip Fazıl ile Nâzım Hikmet’i kıyaslamamayı öğrendim. Bu dönemde sadece fikri tartışmalar ve okumalarla zaman geçirmedim. Kavgalarımız da oldu seninle hatırlarsan. Bazen beş kişiyle ikinize saldırdım, bazen altınız birden beni yakaladınız... 
Sabahlara kadar şehri baştan başa afişlerle donattık. Seninki başka benimki başka sözlerle anlatsa da aynı şeyi istedik farkında olmadan. Bu sırada ikimiz de çok kez ıskaladık aşkı. Zira öyle dünyevi şeylere ne benim ülkümde ne de senin devriminde yer vardı. Zaman geçti, bazılarımız arkadaş oldu. “Aslında fena çocuk değil” demelerimiz başladı. Tanıdıkça birbirimize kıyamamaktan korktuk belki. 
Sonra güzel kardeşim askere gittim senin gibi. Sana nere çıktı bilmiyorum. Ben Hakkâri Çukurca’ya, yedek subay.... Zap Suyu’nun kenarında otururken hep Başbuğ Türkeş geldi aklıma. Hani o da teğmen iken gelmişti buraya. Zap Suyu’nu köylü vatandaşın sırtında geçen jandarmaları görünce çılgına dönmüş ve köylü kardeşlerimizi jandarmanın sırtına bindirip defalarca geçirtmişti Zap’ı. Her baktığımda Zap’a Bağbuğ’un bıraktığı bu miras geldi aklıma. Bir de bir köprü... Sahi kim yapmıştı onu? 
Bir vesile ile tanıdığım Diyarbakır Belediyesi’nde çalışan kardeşimizin anlattıklarını hiç unutmadım. “1999 yılında koalisyon hükümetinden belediyemize yapılan 9 trilyonluk yardımın Devlet Bahçeli tarafından yapıldığını öğrendiğimizde hem çok mahcup olmuş hem de çok sevinmiştik” demişti. Başbuğ’un fikir dünyamıza bıraktığı mirastan habersiz.
Son zamanlarda kameralar önünde namaz kılarken beni aradı gözlerin. Ama ben kimsesiz bir camide edilen dualarda amin diyen en kısık sestim. “Mende Mecnûn’dan füzûn âşıklık istidâdı var. Âşık-i sâdık menem Mecnûn’un ancak adı var” diyen Fuzuli’ydim. Asıl âşık ben iken herkes Mecnûn’u bildi. Yaptıklarımı hep sahte kahramanlar üstlendi. -Hâlâ da devam ediyorlar üstlenmeye-. Sen de yakaladın bazen bunları ve tebessüm ettin bana. Sen de kızdın filmlerdeki beni anlatış şekillerine. Ne kadar da taraflılardı değil mi? Bir defasında sizden biriyle de konuşmuştuk. Darbede asılan ülkücü ile solcuların sayılarının eşit olduğunu. Ve de çok kimsenin bundan bihaber olduğunu. Şimdinin güya demokrasi savunucuları şu din tüccarları neredeydi ki darbede? 
Aslında kardeşim o zaman da şimdi de senin istediğini söylediğin dünyadan çok farklı şeyler istemiyorum. Daha adil, daha eşit, güçlünün güçsüze karşı adaletsiz olmadığı ve yoksulun halinden utandırılmadığı, inançların özgürce yaşanabildiği bir dünya yer alıyor benim ülkümde. Vaftiz kazanlarını gül suyu ile yıkatan sultandan hatıra… 
Türk babanın, Kürt ananın oğlu isminden bihabercesine Sünni Hasan Hüseyin Alevi Çağıl ile evli. Anadolu’dan yalnızca bedenen ayrıldığının ispatı kızının adı: ‘Ezo.’ Ne kadar da çelişiyor değil mi solcuların bildiği ülkücü ile. Şimdi durup dururken bu mektubu sana niye yazdım? Çünkü güzel kardeşim ikimizin de uğruna can vermeye hazır olduğu ülkemiz hiç olmadığı kadar büyük bir oyunun pençesinde. Ve bu defa bu oyunu bozup hayalimizdeki ülkeyi kurmak adına birbirimizi anlamaya ve birlikteliğe ihtiyacımız var. Tıpkı o ağaçların gölgesindeki, Gezi’deki gibi...
Muhabbetle...

Hasan Hüseyin Sünbül: 
MHP İstanbul İl Başkan Yardımcısı

http://www.radikal.com.tr/yorum/bir_ulkucuden_solcu_kardesine_mektup-1149154

Vizyon misyon nerdesiniz yavrularım !?

Gezi olaylarından önce ülkende dopingle ceza almış Mili sporcuların hesabını yap ...Ah vizyon ah misyon nerdesin sen nelere kadirsin... 
Daktilo gürültülü herif! 
Sinaps bağlantılarında ses tonun gibi ritmik olabilirdi oysa ki.
Gerizekalı bir sıfat belki ama zekanın geriliği ispatlanmış BİR ENGEL dir.
Ve ben engelli sıfatıyla gezen vatandaşıma değil her şeyi çok bildiğini zannedenlere bu sıfatı daha çok yakıştırıyorum!
p.s: Üstüne alınmak serbesttir!