Sevgili Kardeşim,
Unut sana anlatılan beni. Şimdi en baştan beni benden dinle ve öyle tanı. Bir Anadolu garipliğidir benimki. Ortaokulun ilk günleri, eski bir Antep evinin önündeyim. Heyecanlı ama biraz da tedirgin. Yıllar sonra ‘başkan’ olarak döneceğimden habersiz Ülkü Ocağı’na ilk gelişim. Siyasi olarak farklı yapılardan oluşmuş bir mahallede büyümüştüm. Bu nedenle ocak ile ilgili çok şey duymuştum. Kimisi çok iyi, kimisi çok kötü. Bir yer bu kadar farklı nasıl düşündürebilirdi ki aynı mahallede yaşayan insanlara?
Zili çaldım, kapı açıldı. Temiz yüzlü, sevecen tavırlı üniversiteli bir abi içeri buyur etti. Birkaç odadan oluşan taş evin boydan boya kitaplarla kaplı odasında oturduk. Çay içip, sohbet ettik. Sahi ne çok kitap vardı. Kütüphaneden başka başkanlık odaları ve mescit vardı. Anlatılanların aksine gayet aydınlık, temiz ve huzurluydu. Yıllar geçti ama hiç unutmadım o günü, kapı önündeki o heyecanlı çocuğu ve önyargı denen şeyin insana nasıl hükmettiğini.
Ortaokul ve lisede sıklıkla değişti ocağımızın yeri. Kaç ev sahibinin oğlunu -yalandan- evlendirdik, sayamadım. Darbenin insanlara dayattığı apolitik olma hali tüm hızıyla sürüyordu. Asıl mesele buydu. Binalar, daireler, sokaklar değişiyor fakat ocağımızın sıcak hali hiç değişmiyordu. Benim için önemli olan mekân değildi zaten. Onda hayat bulan insandı. Orada tanıştığım insanların en başta samimiyeti, daha sonra fikir dünyamı şekillendiren sohbetleri bağımın kopmadan devam etmesini sağladı. Ayrıca, Dündar Taşer, Seyyid Ahmet Arvasi, Nihal Atsız gibi fikir dünyamızın önde gelen insanları ve eserlerini tanıdığım dönemdi. Türk-İslam ülküsünün insanların gerçek manada özlediği dünyayı kuracağından emin olarak teşkilat faaliyetlerine katılıyordum.
Üniversite yıllarında ise belki senin de severek okuduğun Cemil Meriç, Dostoyevski, Tolstoy, Nietzsche gibi farklı bakıp farklı düşünen yazarlarla tanıştım. Önceleri kıyas bile kabul etmez dediğim, Necip Fazıl ile Nâzım Hikmet’i kıyaslamamayı öğrendim. Bu dönemde sadece fikri tartışmalar ve okumalarla zaman geçirmedim. Kavgalarımız da oldu seninle hatırlarsan. Bazen beş kişiyle ikinize saldırdım, bazen altınız birden beni yakaladınız...
Sabahlara kadar şehri baştan başa afişlerle donattık. Seninki başka benimki başka sözlerle anlatsa da aynı şeyi istedik farkında olmadan. Bu sırada ikimiz de çok kez ıskaladık aşkı. Zira öyle dünyevi şeylere ne benim ülkümde ne de senin devriminde yer vardı. Zaman geçti, bazılarımız arkadaş oldu. “Aslında fena çocuk değil” demelerimiz başladı. Tanıdıkça birbirimize kıyamamaktan korktuk belki.
Sonra güzel kardeşim askere gittim senin gibi. Sana nere çıktı bilmiyorum. Ben Hakkâri Çukurca’ya, yedek subay.... Zap Suyu’nun kenarında otururken hep Başbuğ Türkeş geldi aklıma. Hani o da teğmen iken gelmişti buraya. Zap Suyu’nu köylü vatandaşın sırtında geçen jandarmaları görünce çılgına dönmüş ve köylü kardeşlerimizi jandarmanın sırtına bindirip defalarca geçirtmişti Zap’ı. Her baktığımda Zap’a Bağbuğ’un bıraktığı bu miras geldi aklıma. Bir de bir köprü... Sahi kim yapmıştı onu?
Bir vesile ile tanıdığım Diyarbakır Belediyesi’nde çalışan kardeşimizin anlattıklarını hiç unutmadım. “1999 yılında koalisyon hükümetinden belediyemize yapılan 9 trilyonluk yardımın Devlet Bahçeli tarafından yapıldığını öğrendiğimizde hem çok mahcup olmuş hem de çok sevinmiştik” demişti. Başbuğ’un fikir dünyamıza bıraktığı mirastan habersiz.
Son zamanlarda kameralar önünde namaz kılarken beni aradı gözlerin. Ama ben kimsesiz bir camide edilen dualarda amin diyen en kısık sestim. “Mende Mecnûn’dan füzûn âşıklık istidâdı var. Âşık-i sâdık menem Mecnûn’un ancak adı var” diyen Fuzuli’ydim. Asıl âşık ben iken herkes Mecnûn’u bildi. Yaptıklarımı hep sahte kahramanlar üstlendi. -Hâlâ da devam ediyorlar üstlenmeye-. Sen de yakaladın bazen bunları ve tebessüm ettin bana. Sen de kızdın filmlerdeki beni anlatış şekillerine. Ne kadar da taraflılardı değil mi? Bir defasında sizden biriyle de konuşmuştuk. Darbede asılan ülkücü ile solcuların sayılarının eşit olduğunu. Ve de çok kimsenin bundan bihaber olduğunu. Şimdinin güya demokrasi savunucuları şu din tüccarları neredeydi ki darbede?
Aslında kardeşim o zaman da şimdi de senin istediğini söylediğin dünyadan çok farklı şeyler istemiyorum. Daha adil, daha eşit, güçlünün güçsüze karşı adaletsiz olmadığı ve yoksulun halinden utandırılmadığı, inançların özgürce yaşanabildiği bir dünya yer alıyor benim ülkümde. Vaftiz kazanlarını gül suyu ile yıkatan sultandan hatıra…
Türk babanın, Kürt ananın oğlu isminden bihabercesine Sünni Hasan Hüseyin Alevi Çağıl ile evli. Anadolu’dan yalnızca bedenen ayrıldığının ispatı kızının adı: ‘Ezo.’ Ne kadar da çelişiyor değil mi solcuların bildiği ülkücü ile. Şimdi durup dururken bu mektubu sana niye yazdım? Çünkü güzel kardeşim ikimizin de uğruna can vermeye hazır olduğu ülkemiz hiç olmadığı kadar büyük bir oyunun pençesinde. Ve bu defa bu oyunu bozup hayalimizdeki ülkeyi kurmak adına birbirimizi anlamaya ve birlikteliğe ihtiyacımız var. Tıpkı o ağaçların gölgesindeki, Gezi’deki gibi...
Muhabbetle...
Hasan Hüseyin Sünbül:
MHP İstanbul İl Başkan Yardımcısı
http://www.radikal.com.tr/yorum/bir_ulkucuden_solcu_kardesine_mektup-1149154
Sol görüşlü biri olarak gözlerim dolarak okudum. Keşke hepimiz böyle düşünebilsek.
YanıtlaSilkeşke ilhan bey
YanıtlaSilvay beee.
YanıtlaSilbunları uzun yıllar önce söleyebilseymiş.
:)
ben de dün akşam, bir solcunun yaşamını okumuştum.
aynı zamanda doktor, yazar ve artık sinemacı.
ercan kesal.
bilge ceylan filmlerinin oyuncusu.
haftasonu yazcam kitabı.
:)
orda da benzer şeyler var. karşı cepheden.
:)
ama doğru sölüyo tabii.
herkes birleşmeli.
birleşmeli de, herkes birleşmek için karşıdakini çağırıyor.
:)
bizde bu işler zor.
kültürümüzde yok.
:)
ayrıca bi de, bu ülkücü denen kişilerden korkarım ben ya aman aman.
:)